Cover

Görünmeyen Bilinmez

Açıklama


Hayatın farklı açılardan gözlemlendiği, etraftaki cansız ve canlı varlıkların dilinden, deneyim ve gözlemlerinden üçüncü kişi anlatımıyla kaleme alınmış psikolojik, gerçekçi ve doğal bir bakış açısıyla fantastik, dinsel ve düşüncesel felsefi bir akım romanıdır. Romanın içeriğinde gerçek olaylara ve düşüncelere yer verilmiştir. Fikirler düşündürücü tarzda anlatılmış ve tüm eylemler fantastik bir tarzda kaleme alınmıştır. Gerçek hayatta pek dikkat edilmeyen olgu, varlık ve yaşamların ele alınarak doğal bakış açısında okura sunulduğu bir romandır. Post-modernizm ve Natüralizm alt yapısını çekirdeğinde bulunduran bu roman, insanların bilinçaltlarında hissettikleri ve bir kişinin yahut bir kesimin ötesinde daha yüce bir bakış açısıyla görülebilecek olanları ele almaktadır. Bilindik bir öykü ya da romanda insanların yaşamları ve olay örgüleri yer alırken, bu öyküde bir insanın içindeki farklı ruh halleri birkaç kişi olarak ele alınmıştır. Bu durum, olay ve eylemler kişinin bizzat kendi ağzından sorgu olarak sunulmakta ve tüm olay etrafta yer alan cansız nesneler tarafından anlatılmaktadır. Olaya, hikâyeye şahitlik eden ya da etki eden diğer kişiler ise dışarıdan sundukları etki ve tepki babında ele alınmıştır. Öykünün bazı alanlarında toparlama ve okurun düşüncelerini aydınlatıp, rahatlatmak amacıyla üçüncü bilindik tarzdaki anlatıcı devreye girmektedir.

Romanın içeriğinde bilgi, beceri ve görüşlerin yanı sıra bilimsel ve tekniksel terimler, bilgiler de önemli derecede yer tutmaktadır. Mitoloji, Tarih, Felsefe, Psikoloji, Edebiyat ve Sanatın yanı sıra, bilindik bazı düşünür ve edebiyatçıların da görüş, deneyim ve etkileri Romanda ilgili alanlarda yerini almaktadır.

Bir insanın iç dünyasında esen fırtınalar, diğer insanların iç dünyalarındaki yolculuk, bir insanın himayesine verilen ruhu, nefsi ve bedeni, hayatın bilinmezleri ve bilinmeyen ilimlerde kaybolan varlıklar âlemi özel olarak ele alınmıştır. Yaratıcı ve onun kudreti, bilinçaltındaki güç, irade ve arzular, aşkın cinsel boyutu ve hakkaniyet boyutları, türler, kavramlar ve bilinmeyen, anlamlandırılamayan ve de asla çözüme ulaşamayan yaşamlar, olgu ve düşünceler irdelenerek incelenmiş ve öyküsel yollarla ele alınmıştır.

Nesneler dile geliyor.” Hayatı nesnelerin ve bilinmeyen varlıkların gözlemleriyle inceleyin.

Son dönemde geçen olaylar ve gerçek kişilerin fantastikleştirilen karakteristik özelliklerle olaya dâhil edilmesi sonucu oluşturulmuş gerçekten benzetme kurgu bulunmaktadır. İsimler gerçek isimlere benzer tarzda belirtilmiştir. Olaylar gerçek hallinden alıntı olarak kurgulanmış, fakat daha çok psikolojik boyutta fantastik olarak ele alınmıştır. Tesadüfe asla yer verilmeyen bir bakış açısıyla kaleme alınan roman okuru sürekli okurken düşünmeye, meraklandırmaya ve yorumlamaya gayret göstermektedir.

Anlatım olarak kıvrımlı ve genel yaklaşım tarzında anlatım tercih edilmiştir. Zaman, mekân ve kişiler tasvir edilip, anlatılırken bilimsel açıdan nesnenin bakışına göre anlatım yapılmıştır. “Kimse yalnız değildir, kalması da olanaksızdır.”







Hiçbir insan diğer insanların kendini nasıl gördüğünü asla göremeyecek ve anlayamayacak.”


Görünmeyen görünenle görülmez;

Görünmeyen görünene bürünmez,

Bakmak ile görünmeyen bilinmez;

Görünmeyen ile görünmeyen silinmez…




Tanrı Bir Edebiyatçı Yazarsa

Her yazar bir yaratma içgüdüsüne, her yaratıcı sanatını icra edip bilinmeyi istemektedir. Sanatçı kişi bir yaratıcı statüsüne sahiptir. Şuan inandıklarımız ve yaşadıklarımız ya bizim inandığımız tanrının yazdığı, kurgulamış olduğu roman ve kurgusal dünya ise! Farklı yazarların yani kurgu yapan sanatkâr edebiyatçı yaratıcıların yahut belirtilmiş dünyadaki tanrıların varlığı söz konusuysa! Aslında bizler yoksak ve yazarın yazdığı ve bizim hayat dediğimiz bu romandaki yerimiz sadece onun istediği ölçüde ve onun izin verdiği şekildeyse ki, ölüm bunu açıklamıyor mu?

Yani tanrı denilende bizim suretimizde özgür ve farklı özelliklere sahip bir kişilikse... Şu an inandığımız tanrı onun bu şekilde istemesiyse...

Bildiğimiz gezegenler hayat ve yaşam gibi olay, gerçeklik ve olgular sadece tanrının kurguladığı romandan ibaretse... Peki, Müslümanların inandığı olgular aslında inandığımız tanrının romanı iken, Budistlerin yaşam ve inançları ise o tanrının, farklı bir yazarın kurguladığı romansa... Bizim yaşadıklarımız ve inandıklarımızın ötesinde bir yazar tanrı varsa ve onun kurguladığı bir hayat, hatta bizim hayal bile edemeyeceğimiz bir tarzla oluşturulmuş yaşam, olgu zaman ve karakterler varsa.

Yahut da tüm bilinen ve bilinmeyenlerde sadece tek bir yaratıcı olup tüm kurguları, tüm yaşamı ve hayatı o yazıyor, kaleme alıyorsa. Yaşadığımızı sandığımız bu hayatta bizler sadece gerçekte var olmayan kurgusal varlıklarsak ve tanrının yazdıklarını okuyan başkaları varsa ya da o okuyanlar farklı âlemde, biz ise farklı boyutlardaysak.” Sayfalar dolusunca makale devam ediyordu Martin’in ellerinde. Günün ilk ışıklarında Martin bu satırları okuyor, bir yandan da kimin böyle bir makale yazabileceğini, dahası kimin bu tarz bir düşünceye sahip olabileceğini düşünüyordu. Makalenin başlığı zaten içeriğinde farklı düşüncelerin olduğu mesajını vermekteydi. “Tanrı bir edebiyatçı yazarsa,” ne kastediliyordu? Aklı bu makalenin sonrasında şok olmuş bir halde karma karışış düşüncelere büründü. Yaşananları en yakın hayat arkadaşının gözlemleri doğrultusunda evindeki kitaplarının ve bahçesindeki yılların sessizliğinde yaşam süren çınar ağıcının şahitliği ile bilinmeyen bir gölge anlatıyordu.

Bir süre düşündükten sonra kâğıdı ofisinde ki çalışma masasının üzerine bıraktı. Başını kaldırıp etrafa, ofisinin içine bakındı. Tam karşısında bir dolap ve üzerinde kendi elleriyle yapıştırdığı Almancaya dair resimler yer alıyordu. Sol tarafında yeşillik bir alan, Almanların sanat diye adlandırdığı metal yığınları bulunan bir manzarayla kaplanmış penceresi yer alıyordu. Her zaman ki gibi onun baktığında gördükleri asla bitmez, tükenmezdi. Dolabın içerisindeki afişler ve onlarca felsefe, almanca, edebiyat ve tarih üzerine kitapların yanı sıra gizem, suç ve mitolojik romanlarda gözüne çarpıyordu. Başının ağrıdığını hissetmeye başladı bir an. Başını sağ tarafına çevirdiğinde duvarda Almanya’nın o bilindik eyaletlerini belirten harita yer alıyordu. Haritanın hemen yanı başında bir not tahtacığı, üzeri onlarca günlük yapılacak listeleriyle doluydu. Ofisini beraber paylaşmak zorunda olduğu oda arkadaşının çalışma masası da orada yer alıyordu. Arkasına bakınmak bile istemiyordu, çünkü bütün duvar boyunca raflar ve dolapla dolu olduğunu biliyordu.

Bugün ki maçta nasıl yenildik.” Diye söylenmeye başladı. Akşama ne pişireceğim, işten sonra kafamı nasıl dağıtacağım diye düşünmeye başladı. Gözü dışarıya bakıyordu. Dışarıda ilerideki Tren istasyonuna bakarken, kalbinde yine bir sıkışma hissetti. Dışarıdan hafifçe esen rüzgârın sesini kulaklarında hissediyordu. Güvercinlerin penceresine konmasını bir an diledi. Fakat kuşların konmaması için herkesin yaptığı gibi onun penceresinde de dikenli teller vardı. Bu Almanya’nın çoğunda uygulanan bir işlemdi. Daha uzaklarda yeşil ormanlarla kaplı dağlar yer alıyordu.

Aniden kendini toparladı. İçindeki sesin, sürekli onu rahatsız edenlerin bir an yine suskun olduğunu fark etti. Bu hayra alamet değil, çünkü ne zaman içindekiler sessizliğe gömülse, duvarlarda gölgeler görmemeye başlayıp, sakinliğin hâkim olduğu bir ortam belirse Martin’de ürpertiler de kendini gösteriyordu. Ayağa kalkıp, bir bardak su içmeyi planladı. İlk atağını yaptığında başının şiddetle döndüğünü fark etti. Bilinçsizce kapanan gözlerini hafifçe araladı. Karşısında karanlık ve ağaçlık bir yer gördü. “Bu da neydi.” Diye düşünmeye başladı. “Yine mi, yine mi” diye söylendi. Evet, yine farklı ufuklara, farklı dünyalara yolculuk başlıyordu.




Bölüm 1



Bütün Avrupa Noel hazırlıkları ve yoğun bir yılbaşı partisi hazırlıklarındaydı. Almanya’da Noel için „Weihnachten” denilmekteydi. 24 Kasım da Kar ahenkli ve narince yağıyordu. Günler sonra beklenen o kutlu misafir gelecekti. Bu yüzden Ewig ailesi, Noel ve yılbaşının ötesinde bir hazırlık içindeydiler. 2013 yılının ocak ayında yeni bir plan ve yeni bir eylem söz konusu olacaktı.

Gecenin tam ortasıydı. Bugün diğer günlerden çok farklıydı. Bugünün heybeti, gürültüsü ve aydınlığı sayesinde bir yaş daha yaşlandığımı anlayabilirdim. Bizim oksijenlere ihtiyaç duyduğumuz ve karbondioksit üretip, dışa vurduğumuz o saatlerden biriydi. Yanı başımda bulunan ve hala adını öğrenemedim beton yığını yer alıyordu. Bugün onda bir gariplik vardı.

Şu küçük varlıkların „sene“ diye adlandırdıkları şeyi pek anlamış değilim, ama karın yağdığı, soğuğun içime etki ettiği bu gün geldiğinde, onların eğlenip, kendinden geçtiği bu gün geldiğinde bende daha güçlü, daha heybetli olduğum hissine kapılıyorum.

Demin bahsettiğim gibi bu beton yığınında bir gariplik sezmiştim. Benim yapraklarım ve dallarım ona sürtünce huylanıp, rahatsız oluyormuş. Bunu umursamadığımı ve bunun için hiçbir eylem gerçekleştirmeyeceğimi bildiği halde bana sitem etmeye devam ediyor. Esen rüzgârda rahatlamayı, gecenin karanlığındaki hükmümü ve toprağa olan güvenimi derinden hissetmek istiyordum. Lakin bugün bunun olanaksız olduğunu iyi biliyorum, çünkü sanki tüm evrenin kendilerine aitmiş gibi davranan bu küçük varlıklar bu gece bize huzur vermeyeceklerdi. Aniden gök gürültüsü gibi patlayıp, bir şimşek hatta yıldırım misali ışıldayan şu mahlûk, şu ucube denen şeyde nedir böyle. Sürekli ürküp, toprağa sarılmak zorunda mıyım ben.

Saat 24.00…

Şampanyalar, havai fişeklerin parıltısı altında patlıyordu. Sıcak kırmızı şarap insanların içini ısıtıyordu. Çocuklar Noel hediyelerini almış, birçoğu da yataklarında derin uykularına geçmişti. Fakat hala uyumaktan yoksun olup, yeryüzüne gelmeye hazırlanan biri vardı. Maria Ewig aniden rahatsızlandı.

Zaten gün boyunca pek de kendini iyi hissettiğini görmedim. Çok uzun sayılmaz, üç ya da dört patlama gününden buyana bu aile bu beton yığınında yaşıyor. Bu küçük varlıklar, adına ne diyor bilmem ama biz patlama günü diyoruz bu güne. Belli zamanlarda, şu çoğu ağacın, yapraklarını döküp, solgun bir hal aldığı soğuk günlerden birinde başımıza bela misali gelip çatıyor. Tabi o kurumuş yaprakçıklar dediğim kişilerin de bizle aynı soydan olduklarını söyleyenler var, ama küçük varlıkların bizde dâhil, tümümüze ağaç dediğini duydum. Sen söyler misin bana, bizim onlara benzer bir yanımız var mı? Onlar çok zayıf ve heybetsiz. Soğuklar gelince, şu kemirgen vahşi ucubelerin bizi kemirmeye başladığı o uzun günlerin bittiği şu günler gelince, onlarda yapraklarından vazgeçercesine onları bırakıyorlar. Beyaz karcıkların altında kayboluyorlar. Bizim hangi mevsim ya da hangi gün içinde yapraklarımızdan, dallarımız ve o muhteşem yeşil görünümümüzden ödün verdiğimizi gördün?

Aniden kapının önünde bir Ambulans (Krankenwagen) belirdi. Bayan Maria hanımı eşi Lukas beyin yardımıyla bu araca bindirildi. Yoğun sancıları ve ağrıları Maria hanımın tüm yılbaşı partisini mahvetti. Acil ameliyata alınan Maria hanımı, eşi koridorda sakin, meraklı ve tedirgin bakışlarla bekliyordu. Bir yandan sevinç bir yandan ise tereddütler yaşayan Lukas Bey, saatin kaç olduğundan habersiz oracıkta öylece beklemekteydi.

Önce ne oldu? Anlamak olanaksız. Her zamanki gibi göğün en üst mertebesinde onları seyrediyordum. Bunu genellikle yapmazdım. Fakat şu ısıtıcı ışın topunun belli zamanları dünyayı bana bıraktığı anlarda yapmaya başladım. Önceleri çok uzaktı bu diyarlar bana. Onun bizi emip, yok edeceğinden korkuyordum. Zaman sonra, belli dağların yıkılıp, ovaların şekillendiği ve yüksek binaların çoğalıp, insanların artık uçuşmaya başladığı şu zamanlarda şunu anladım ki, bu ısıtıcı ışın topu birçok varlık, hatta bizim için bile bulunmaz bir velinimet. O, ışınlarını yeryüzünden çekmese, ışıklarını bize göndermese biz asla bir anlam ifade edemezdik. Gerçi şu mavi gezegenin etrafında sürekli dönüp, duran topu da kıskanmıyor değilim. O bizden daha çok heybetli ve noktacıklar, yani yeryüzündeki şu varlıklarla bizden daha çok iletişim halinde. Onu bizden daha çok seviyorlar.

Hesaplanamaz bir nokta akımı, yine bu gece de yeryüzünde kendini gösteriyordu. Duygular, hisler ve dualar göğe yükselmeye başlamıştı. Şu, daima hayranlıkla seyrettiğim varlıklar, ne kadarda kusursuzlar. Onlar duaları, sade ve özgün bir biçimde göğe doğru yükseltiyorlardı. Onlara olan hayranlığım benim görevim bitene dek devam edecek.

Emir yahut komuta zincirine ihtiyaç duymayan bizler, görevlerimizi kusursuzca yerine getirmeye gayret ederiz. Isıtıcı ışın topu yeryüzüne ışınlarını göndermeye başlamadan çok kısa zaman önce, mavi gezegende sürekli kıpırdayan şu su kütlelerini hep merak etmiştim. Diğerleri bizim görevimiz bittiğinde, eğer ki bir noktacık bizi çağırırsa o su kütlelerine düşermişiz. Buda bizim sonumuz demekmiş. Bizi nasıl bildiklerini, çok merak ediyorum. Bundan çok zaman önce, şuan gördüğüm karacıkların daha güneyde olduğu ve beyaz yaylaların daha yoğun olduğu o zamanlarda görevli olan atalarımız noktacıklarla konuştuklarını söylerlerdi. Noktacıkların yardımına koşar ve onlarla dostluk kurduklarını söylerlerdi. Lakin şuan bu durum söz konusu bile değil, çünkü bu noktacıklar bizim ta dibimize kadar gelmelerine rağmen, bizi hiç duymuyor ya da duymazlıktan geliyorlardı. Bizimle konuşmaya bile tenezzül etmiyorlar.

Sabahın ilk ışıkları yeryüzünü aydınlatırken, Maria hanımın ameliyatını üstlenen doktor kapıda belirdi. Doktorun kapıyı açması ve beyne vururcasına çıkardığı ayak sesleri, Lukas beyi kendine getirdi. Aşırı alkolün ve eğlencenin getirdiği yorgunluğa, günün yorgunluğu ve uykusuzlukta eklenince, Lukas bey aniden düşüncelere dalmış ve bir süre sonra uyuya kalmıştı. Doktor müjdeyi, güler yüzlü ve sevinçli bakışları eşliğinde verdi. Artık Lukas Bey baba olmuştu.

Işıklarımı yeryüzüne göndermeye başladım. Işınlarım yeryüzüne çarpıp, tekrar geri geldiğinde duyduğum mutluluk anlatılmazdı. Bugün diğer günlerden biraz farklıydı. Bu tarz günler çok nadir gelirdi. Ben ve diğer ortak özellikte olduğum şu görev ortaklarımın da hatırladığı gibi, çok önemli ve heybetli bir gün yakın geçmiş zamanda kendini göstermişti.

Kuzeyde benim ışınlarıma hiç boyun eğmeyen ovacıklar yine soğuk ve buzluydu. Orta kesimler en güzel baharı yaşıyordu. Ben onlara gönderdiğim ışınlarımla yeni hayatlar kazanmalarına vesile oluyordum. Daha güneyde ise farklı bir dönem yaşanıyordu. Tabiat ananın gücüne şuan olduğu kadar kimsenin gücü yetmemişti. İşte Tabiat ananın en güçlü olduğu o dönemlerden birinde, çoğu varlığın hayran olduğu o kutlu varlıklar yeryüzünü şereflendiriyordu. İlk kez bu kadar çok kutlu ışın varlıkları yeryüzünde görülmekteydi. Henüz benden daha kudretli ve heybetli bir ışık saçıcı görmedim, ama bu ışınsal varlıkların nuruna, ışığına olan hayranlığım ilelebet sürecektir. Nurdan bir ışık kütlesi tüm mavi gezegeni kaplamıştı. Neredeyse bilinçsizce ve hiçbir şey görmeksizin ışınlarımı yeryüzüne gönderiyordum. Birden dev bir ses ve gürültü duyuldu arşı alada. Varlıkların efendisinin en büyük sanat eseri olarak tanımladığı Arşı alada bir ses, bir nida yankılanmaktaydı adeta. Arş o isimle yerinden oynamaktaydı neredeyse. Bu denli heybetli ve muhteşem bir nida olmasına rağmen bende o kadar yumuşak, nazik ve şefkatli bir dokunuş yapmıştı. Arşı ala „Muhammed“ diye yankılanıyordu.

Dokunuşları ve okşayışları şefkat ve sevgi abidesi olan şu nur varlıklar bizi sırayla ve belli koordinasyonla yeryüzüne indirdiklerinde, gökten yeri seyrediyordum. Henüz yere inmemişken, birden bir yavrunun yüzünde kendimi buldum. Tatlı ve narin bir bebekti bu. Gökten yere indirilirken bizler, umut ederdik tekrar o anı yaşamak için. İşte bu sayede bu anı yine yaşayabilir miydim acaba. Fakat şimdi ben sadece bir su parçasına dönüşmüştüm. Bu dileyim olanaksızdı, çünkü yeryüzü var olduğundan beri hiçbir kar tanesi bir kez daha aynı yolculuğu yapmamıştı. Bu yüzden her kar tanesi farklı sima ve farklı şekillere sahipti.

Ağır ve ahenkli yağan karın altında ağır adımlarla ilerliyordu Lukas Bey ve eşi Maria Hanım. Maria Hanım, bebesinin yüzüne gelen kar tanesini gördüğünde, yıllar önce okuduğu bir makale aklına geldi.

Yapılan araştırmalarda hiçbir kar tanesinin bir birine benzemediğine dair kanıtlar içeren makale, hala evinde ilgili kitaplarının arasında olmalıydı. Bu durumu birkaç yıl önce tanıştığı Omar arkadaşıyla paylaştığında, aldığı yanıt onu derinden etkilemişti. Omar kar taneleri yaratıcının sanatında insanları anlattığı birer parçacıklardı. Yeryüzü yaratıldığı andan beri yağan hiçbir kar tanesi benzer ya da tıpkısı değildi. İşte insanlarda bu şekildeydi. Hiç biri aynı ya da benzer kişiler olmamıştı. Bu durum ise bazı gizemli ilim avcılarının görüşlerine tersti. O dönemde oldukça popüler olan bir görüş ön plandaydı. Herkesin bir ruh ikizi olduğu kanaati bütün basında ve akademik kadro içerisinde kulaktan kulağa dolaşıyordu.

Bu olanaksız ve imkânsızdı. Duyularıma inanamadım. Zorla yürüyebilen Maria kız artık oldukça sağlıklı ve kucağında biri ile geri dönmüştü. Bu da kim acaba diye düşünmeye başladım. Ağır adımlarla bana yaklaşıyorlardı. Bir an yapraklarıma değmelerini ve onu duyularımla hissetmeyi diledim.

Ta ötelerden haberler almaya koyuldum. Etrafında onlarca nurdan kutlu varlığın bulunduğu bu küçücük insancıkta neyin nesiydi.

Ben bunun böyle olacağını biliyordum”. Diye söze karışan beton yığını, önceki günlerde bir misafirin geleceğinden bahsettiklerini söyledi. Bu bir çocukmuş ve artık onlarla bu beton yığınında yaşayacağını söylüyordu.

Hayatım, artık biliyorsun ki, biz küçük bir aile olduk. Bunu kutlamalı ve tüm arkadaş ve çevremizi davet etmeliyiz„ diye eşine teklifte bulundu Lukas Bey, kapıyı sağ eliyle açıp eşine öncelik verirken. Eşi Maria Hanım yorgunluğun etkisiyle hiçbir yanıt veremeden bebeğini yatağına yatırdı. Yatağında usluca uyuyan bebeklerine derinden bakıyordu Maria Hanım. Lukas Bey eşinin elini tutup, ona sarıldı. Saçlarını okşarken; “Artık sorumluluk ve yükümüz çok büyük. Bu da bizim gençliğimizin bittiği anlamına geliyor.” Dedi ve derin bir nefes aldı. Sonrasında ise yeni bebeklerine hangi ismi koyacaklarını ve bu konuda Protestan kilisesinin rahibi Thomas beye danışmaları gerektiğini eşine belirtti. Eşi Maria Hanım, onay verircesine başını hafifçe öne eğdi. Ardından yatağına uzanıp derin uykulara daldı.



Bölüm 2



…İki yıl sonra…

Sonbaharın ilk belirtileri kendini göstermişti. Alıngan ve zarif ağaçlar yapraklarını dökmeye başlamıştı. Yine güçlü ve kuvvetli olduğunu savunan, inatçı çam ağaçları bu durumdan hiç hoşlanmıyordu. Bir tek yaprak dahi bırakmaya pek niyetli değillerdi. Ewig ailesinin evinde heyecan dolu dakikalar geçiyordu. Lukas bey oğlu Martin’le bahçede oynarken, eşi Maria hanımda ona bir yandan yemek yedirme gayretindeydi. Henüz iki yaşına girmiş olan ve üçüncü yılına adım atmaya hazırlanan Martin ilk kez bu sonbaharda farklılıklarını ortaya koydu. Artık diğer çocuklar gibi oynamaktan ve eğlenmekten zevk almaz olmuştu. Durumunda sürekli araştırıp, inceleyen ve düşünen bir hal vardı. Sanki çocukluk dönemini bitirip, gençliğe adım atmaya hazırlanan bir ergen gibiydi.

Bizler yine tüm nafakalarımızı toplayıp, yuvalarımıza dönmeye başlamıştık. Beton yığınlarının arasında son nafakalarımızı ararken, bir hayli uzun zahmet vermiş ve sonunda güneşi görmeyi başarmıştım. O dev yeşil otlakların arasında tüm gayretimle ilerliyordum. Aniden bir cüsse önümde belirdi. Gölgesinden çıkmam gerektiğini iyi biliyordum, zira gölgesinde kaldığın her an benim için tehlike anlamına geliyordu. Derken aniden karşımda beliren tepeciğe attım kendimi. Fakat otlaktan ve topraktan tamamen uzaklaştığımı fark ettiğimde, sonumun geldiğini sandım. Her zaman yaptığım gibi bir süre kaçış yolu arar sonrasında ise saldırıya geçerdim. Fakat bu kez çok farklıydı. Bana öylece bakan bir çift göz görüyordum. Bende kendimi ona bakmaktan alamıyordum. Bana zarar vermeye hiç eğilimli görünmeyen bu varlığın kim olduğunu iyi biliyorum. Daha önceki deneyimlerimde çoğu bilgeden duymuştum ki, bu kişiler eşrefi mahlûktular. Bizler bu dev yaratıklara eşrefi mahlûk demekle mükelleftik. Onların bizden daha üstün olduğunu kabullenmiş olsak da, bizden çoğu onların gazabına uğramamak için savaşmamız gerektiğini savunuyor.

Bir süre öylece kaldıktan sonra anide bir korku bütün bedenimi sardı. Bu korkuyla farkında olmadan onu ısırdım. Acısını anlayabiliyordum, çünkü olan bütün gücüyle beni fırlatmaya çalışıyordu. Altı adet bacağımla olabildiğine kaçmaya, güvenli bir yer bulmaya çalışıyordum. Ben o tembel yaz haşeresi gibi değildim. Çok çalışmak ve çok üretmem gerekliydi. Bu da benim geçirdiğim tüm zamanın kıymetli olduğu anlamına geliyordu.

Aylar sonra yine Noel gelip çatmıştı. 24 Aralık akşamı, Ewig ailesi, büyük babalarına yemeğe gitmişti. Büyük baba Abraham torunu Martin’i çok seviyordu. Ona yatarken bir şeyler okumayı da ihmal etmezdi. Ninesi Julia Hanım ise onunla beraber bahçede vakit geçirmekten hoşlanıyordu. Bu günlerde Martin’in büyük babasının köyde yaşıyor olması sebebiyle, oldukça fazla doğayla bütünleşme fırsatı buldu. Henüz belli kelimeleri ağzından çıkarmayı başaran Martin, yaşıtlarına oranla çok daha az konuşuyor ve çoğu eylem ve ihtiyacı işaretlerle anlatmaya çalışıyordu. Bu durumu görenler, onun çok daha geç konuşmaya başlayacağını düşünüyordu.

Yemekte Lukas Bey, Martin’in isminin seçilmesinde büyük rolü olan Rahip Thomas beyden bahsetti. Kendisi çok okumuş ve bilge bir Protestan rahibiydi. Sadece Hıristiyanlık üzerine değil, ayrıca İslam, Yahudilik gibi ilahi diğer dinler hakkında da bilgi sahibiydi. Kendi içinde ne tür fırtınaların koptuğu bilinmez ama bazen konuştuklarından onun bir Protestan rahibi değil, Müslüman bir imam olduğu sanılırdı. Nasıl böyle fikirlere ve düşüncelere sahip olabileceği konusunda Ewig ailesi tartışıyordu. Bu tartışma süresince, Martin de bir olgun bakışlarıyla anlayışlı bir genç gibi sohbeti dinliyordu.

İlk kez bu aylarda kitaplara, dergi ve çevreye merakı arttı. Babası Lukas Bey iyi bir akademisyen ve DAF eğitimcisiydi. Kendisi “Jena Friedrich Schiller” üniversitesinde Romantik derslerine giriyordu. Ayrıca Erasmus öğrencileriyle de özel olarak ilgileniyor, onların danışmanlıklarını yapıyordu. Yabancı dil olarak sadece İngilizce biliyordu. Sabahın en erken saatlerinde evden çıkmak zorunda kalan Lukas Bey akşam 16.00 bazen de 18.00 saatlerinde ancak eve gelebiliyordu. Annesi Maria Hanım özel bir şirkette araştırma ve geliştirme üzerine çalışmalar yapıyordu. Kendisi Dil bilimi ve Tarih üzerine araştırmalarla meşguldü. O da eşi Lukas Bey gibi sabahın erken saatlerinde çıkıp, öğleden sonra 14.00 sularında eve gelebiliyordu. Bu süre zarfında Martin evde komşusuyla kalıyordu. Çoğu zamanlarda komşusu Johanna Hanım, Martini evde kızı Jana ile beraber bırakıyordu. Jana Martinden sadece 3 yaş büyüktü. Jana ile Martin beraber oyunlar oynuyor ve çoğu zaman televizyon izliyorlardı. Bu durum son zamanlarda biraz değişmişti, çünkü Jana artık özel dersler almaya başlamıştı. Bu durumda Martinin yalnız kalmasına sebep oluyordu. Johanna Hanım günün büyük kısmını saatlerce bilgisayar başında geçiyordu. Facebook, Twitter, Youtube, Gencmevtoo, Linkedin… Bitmek bilmeyen sosyal medya işleriyle haşir naşir olmuştu. Bu süreçte ise Martin evin içinde kendi başına oyalanma yolları arıyordu.

Nihayet Martinin beklediği o gün geldi. Ev yoğun ve kalabalık bir güne şahitlik ediyordu. Martin etrafındaki bu gürültü, yoğunluk ve kalabalıktan rahatsız olsa da, bu durumun can sıkıcı olmamasına seviniyordu. Saat 22.00’i gösterdiğinde Anne Maria Hanım mutfağa doğru yöneldi. Belli zaman sonra herkesin Martin’e olan ilgisi azalmıştı. Bu durum Martin’in canını sıkmış olsa da yapabileceği bir şey yoktu. Kimisi, birasını yudumluyor ve arkadaşıyla muhabbet ediyor, kimisi kitaplar, dergiler karıştırıyor, kimileri de yüksek seslerle sürekli gülüşüp duruyordu. Onları bu denli gülmeye iten şeyin ne olduğunu çok merak ediyordu. “Kadınlar, neden bu kadar gürültülü olmak zorundaydılar?” Diye kendi kendine söyleniyordu.

Dökülen yapraklara tatlı bir telaşa karışır bu mevsim, havada bir bekleyiş, yağmurun kokusu var. Akşamlar ürperir hafiften, rüzgâra tutunur dalgalar. Yüzünde yazın yorgun izleri kalmış bu şehrin...

Ekim, koşar adımlarla gelip geçti sokaklardan, soluklandı eski taş merdivenlerde, Jena’yı seyretti, koca tepeden, sonra sessizce gitti, hüzünlendi sonbahar...

Bak yine o muhteşem, bir o kadar da gürültülü gün gelip çattı yine. Ne kadar hızlı geçiyor şu zaman. Daha dündü şu bebenin eve geldiği zaman. Şimdi üçüncü patlama günü doğuyor ufuktan. Üç değil, üç yüz defa da gelse, yine yapraklarımı bırakmayacağım.

Noktacıklar yine şenliklerde, yine eğlencelerde. Isıtıcı ışık topu hiçbir zaman bu anı göremeyecek. Noktacıklar o olmadığı anlarda bu şenliklerini yapıyorlar.

__“Ah be Ay dede, neden bu gün hüzünlüsün yine?”

__“Hüzün mü?” diye yanıt verdi Ay dede. “Bugün umutların yeşereceği bir gün başlıyor bizim için. Yeryüzünde bir kez daha umut dolu bakışlar bize yönelecek” dedi derin bir nefes alırcasına.

Aniden ışıklar sönüverdi. Her yer karanlık ve sessizliğe gömüldü. Martin ilk defa ürperti, korku ve endişeyi bedeninde hissetmeye başladı. Sanki etrafı yeni görmeye başlıyordu. Martin bu düşüncelerde kaybolmaya başlamıştı ki, arkasında bir ışıltı belirdi. Dalgalanarak Martin’e doğru geliyordu. Sonra bir gürültü ve alkış sesi duyuldu. Herkes bir ağızdan bağırıyordu, Lukas Bey oğlunu kucaklarken. “Alles Gute zum Geburtstag Martin” (Doğum günün kutlu olsun Martin), daha önceki hiçbir doğum günü kutlamasını hatırlamıyordu. Bu günü de ilerleyen zamanlarda artık çok zor hatırlayabilecekti. Yuvarlak çikolatalı bir doğum günü pastası, Martin’in gözlerinin önünde, annesinin ellerinde duruyordu. Pastanın üzerinde duran üç adet mum sadece etrafı aydınlatıyordu. Annesi Martin’e bakıp, mumları üflemeden evvel bir dilek tutmasını söyledi. Martin önce dileğini tuttu ve ardından tüm mumları sağdan sola doğru üfleyerek söndürdü. Ne dilek tuttuğunu ne annesi, ne babası ne de başkası asla öğrenemeyecekti. Kendisi dahi ilerleyen dönemlerde tuttuğu dileğini hatırlamayacaktı.

Sonrasında ağır ve derin bir uykuya dalacak olan Martin’i annesi yatağına götürdü. Saat 24.00’ı vurduğunda, yine tüm dünyada olduğu gibi Almanya’nın Jena kentinde de şenlikler, havai fişek gösterileri ve alkol partileri tüm hızıyla sabaha kadar devam etti.



Bölüm 3



Işınlarımı yeryüzüne bir kez daha gönderirken ve mavi gezegen aydınlanıp ışıldarken, ışınlarımı şu küçük evin penceresinden içeriye sızdırdım.

“Kendini tanrı sanan şu nokta mahlûklar, eşrefi mahlûk olmasalar ne olurlardı” diye söyleniyordu yıldızlar, denizkızları ve kumsal perileri. Artık gaddarlıklarına ve acımasızlıklarına birinin son vermesi gerektiğini düşünen Orman kraliçeleri, ayrıca insanları kullanıp sömüren diğer varlıklarında artık yola getirilmesi gerektiğini savunuyorlardı.

Sabah saat 7.00’ı gösterdiğinde, dünün etkisi ve yorgunluğuyla tüm Jena halsiz ve yorgun düşmüştü. Lakin o saatte etrafı seyreden ve farklı bir algıya sahip olan bir çift göz vardı. Martin artık üç yaşına basmıştı. Yatağında öylece duruyordu. Kendinde çok farklı duygular hissediyordu. Bir an nerede olduğunu anlayamadı. Bulunduğu yeri fark etmek için hafifçe yerinden doğruldu. Karşısında duran elbise dolabının aynasına gözü takıldı. Bu da neydi böyle. Düşünceleri ve hissettikleri daha büyük yaşta olduğunu gösteriyordu. Şimdi ise aynada sadece üç yaşlarında bir çocuk belirmişti. Demek ki daha çok küçüktü. Yerinden doğrulup kalktı. Etrafa iyice göz gezdirdi. Oldukça şatafatlı ve abartılı bir bebek odasıydı. Dün neler olduğunu iyice kavramaya çalıştı, ama aklında hiç olmadık düşünceler beliriyordu. Anılar ve hatıralar. Yerde, oracıkta duran dergilere yöneldi. Dergilerdeki resimleri pek hatırlayamıyordu. Daha çok zihninde karmaşık diyarlar belirmekteydi. Aklı bulanık ve karma karışıktı. Bir süre sonra başının döndüğünü ve derin bir sessizliğin çöktüğünü hissetti. Başını kaldırıp, yukarı bakmak istedi. Aniden gelen bir uğultu, tüm bedenini kaplamıştı.

Şu afacanı tanıyalı çok uzun zaman olmadı. Azgın ve uysal olmasına karşın, bugün değişik hallere büründü. Odasının pencere tarafında yalnızlığımla hasret giderirken, aniden yatağından kalkışını gördüm. Daha geçenlerde bana su vermek için pencereyi açmıştı. Benimle konuşmaya gayret eden şu afacan, ne yapıyordu şimdi.

Gözlerinde beliren karartı, onu aniden uçsuz bucaksız anılara sürükledi. Bir hayli zorlandı kendini toparlamak için. Tam kendine gelmiş, etraftaki nesneleri görmeye başlamıştı ki, gözü kapıya takıldı. Odasının kapısı açıktı ve dışarıda birkaç metre ötede televizyon kapalı vaziyette duruyordu. İşte o an anıları tazelendi ve daha dün o televizyonda çizgi film ve animasyon filmleri izlemişti. Sonrasında onun için düzenlenen Doğum günü partisini çok az hatırlayabiliyordu. Sonrasında ise ilk edindiği o hisler kaybolmuş, yerini daha iyi ve zinde bir çocuğun hislerine bırakmıştı.

Artık Martin’in olgu süreci başlıyordu. Televizyonun karşısına oturup, etrafın dağınıklığına aldırmadan kanalları sırasıyla değişmeye başladı. “Hallo, Guten Tag. Heute haben wir sehr interessante Videos für euch.” Önce anlayamadı bu sözcükleri. Sonra kavrayabildi. Ardından kusursuzca tüm söylenenleri anlayabiliyordu. Açtığı haber programıydı. Dün hakkında olanları dünyadan yansıtıyordu. RTL kanalının etkili Almancasını o da beğenmiş ve bir süre dinlemesine sebep olmuştu. Lakin bir süre sonra çıkan magazin haberleri canını sıktı. Tekrar kanalları değiştirmeye başladı. “Today is a new day.” Bu sözcükleri hatırlıyordu. Daha önce televizyon ve filmlerde sıklıkta duymuştu. Fakat bu kez anlaması ve anlamlandırması biraz zaman aldı. Birkaç kalp atışının sonrasında tüm sözcükleri daha önceki kanallarda ki almanca gibi iyi anlıyordu. RTL’ de bahsi geçen haberin farklı bir çeşidini bu kez BBC’de İngilizce olarak izliyordu.

Zaman su gibi akıp gitmişti. Birden televizyonu kapatıp, doğruldu. Etrafına bakındıktan sonra ağır adımlarla bahçeye bakan pencereye ilerledi. Dışarısı beyaza bulanmış, bir beyaz örtü şehrini andırıyordu. Pencereden karın altında tatlı ve etkileyici çam ağaçlarını seyrederken, annesinin sesini duydu. Maria Hanım, yarı uykulu halde, oğlu Martin’e “Sen ne zaman uyandın bir tanem?” dediğinde Martin şaşırıp, tereddüde kapılmıştı. Maria hanımın sıcaklığı ve bakışı bir süre sonra Martin deki anıları canlandırdı. Arkasında aniden beliren Lukas Beyin sözleriyle yerinden doğruldu ve koltuğa oturdu. Başındaki ağrı ve baş dönmesi onu oracıkta yorgun ve halsiz bir şekilde kanepeye düşürdü. Tedirgin ve endişeli bir yüz şekline bürünmüş olan Maria Hanım, “oğlum, Martinim” diye seslenip Martini kucağına aldı. Lukas Beyin getirdiği bir bardak su onu kendine getirmeye yetmişti.

Sabahın erken saatlerimiydi, bizim için aslında geç bir saatti. Güneş tepeye yaklaşmıştı. Pencerede beliren karartının, şu afacana ait olduğunu tahmin etmeliydim. Dünden hiç eser yoktu halinde. Sanki farklı biri vardı karşımda.

Her zaman ki gibi ağaçların dalarında soğuktan kas katı kesilmekten korkarak nafakamın peşine düştüm. Pencerede bir parça ekmek bulunuyordu. Kendimi toparladım. Etrafı iyice kolaçan edip, atağa geçmeye hazırlandım. Ayaklarım daldan kesilmiş, kanatlarımla dallardaki kar tanelerini etrafa savuruyordum ki, pencerede bir hareketlilik belirdi. Bu o, afacan bebe idi. Halinde biraz gariplik vardı. Önceleri o pencerede görünmez, önce kendi odasının penceresinde belirirdi. Her pencereye çıkışında gülümser ve etrafa mutluluk veren bakışlar atardı, ama bu kez farklıydı. Kanatlarımda süzülen kar tanelerinden kurtulmak için debelenip, bir dala kondum.

Öğlen vakti gelip çatmıştı. Kilisenin çanları tüm Jena kentinde yankılanıyordu. Martin ilk kez duymuş gibi dört kulağını da açtı. Pür dikkat çanların sesini dinliyordu. Öğlen yemeği ve sonrasındaki rutin işler, Martinin önceki anılarından ve yaptıklarından bir nebzede olsa hatırlamasına vesile oldu.

Esen bir rüzgâr ve sonrasında tekrar başlayan kar yağışı tüm kenti büyüleyici bir atmosfere sürükledi. Güneş aralıklarla, mavi gezegene uğrayıp sonrasında ise yerini yıldızlara bıraktığı onlarca gün olmuştu. Rüzgârın etkisiyle ağaçlardaki karlar erimiş, çam ağaçları da biraz olsun rahat nefes almaya başlamıştı. Martin artık üçüncü yaş gününe bastığı gün gibi garip ve anlamsız tavırlarda değildi. Etrafına tamamen alışmış ve yeniden doğmuş gibi bir havası vardı. Komşularıyla Almanca ve İngilizce çok rahat anlaşabiliyordu. Geceleri gördüğü kâbuslar, sabah kalktığında hissettiği o garip his ve duygular haricinde her şey yolunda ve oldukça güzel geçiyordu.



Bölüm 4



Anadolu’nun ötelerinde karlarla kaplanmış, beyaz örtü şehrinde bir gölge, ağır adımlarla ilerliyordu. Elinde çantasıyla Erzurum Atatürk Üniversitesinin yolunu tutmuştu. Biraz ötede bıraktığı siyah renkli arabasına bir kez göz attı, fakülte kapısından içeriye girmeden evvel. Başkanlık tipi sistem Türkiye’ye geleli birkaç yıl olmuştu. Artık Başbakanın vasfı eskisi kadar değildi. Erzurum her zaman olduğu gibi yine soğuk ve karlı şehir liderliğini bırakmıyordu.

Baki bey henüz yeni sayılan bir akademisyendi. Alman dili ve edebiyatı bölümünde araştırma görevlisi olarak göreve başlamayı nihayet başarmıştı. Mesleğin ve konumun verdiği etkiyle, dik ve heybetli bir yürüyüşle fakülte kapısından içeriye girdi. Karşısında gördüğü manzaraya pek ilgi göstermedi. Bir kız ve erkeğin fakülte içerisinde, hem de öğretim görevlilerinin bulunduğu bölümde bu denli tartışıyor olmaları ilginç ve pek hoş karşılanır bir durum değildi. Baki Bey bu durumu görmezden gelip, yapması gerekenlere odaklandı.

Edebiyat fakültesinin merdivenlerinden aşağıya inerken, birden yıllar önceki anıları gözünün önünde canlandı.

“Baki, nereye gidiyorsun?” Diye arkasından yöneltilen soru üzerine bir adım attıktan sonra durmuştu. Arkasına dönüp, sesin sahibine baktığında bunun sınıf arkadaşı Nurcan olduğunu gördü. “Derse gidiyorum.” Yanıtını zoraki verebilmişti ki, aşağıdan Ahmet hocasının sesini duydu. Heybetli, uzun boylu ve onurlu bakışlarıyla insanı süzen yapıya sahip hocası merdivenlerden yukarı çıkıyordu.

Kantinin kapısına doğru ilerlerken, yanındaki Nurcan’ın sınav soruları üzerine yaptığı yorumlardan sıkılmıştı. Bir yolunu bulup, şu sohbeti bitirmeliydi. Kantinde önceki dönemlere nazaran pek kimseyi tanımıyordu artık. Almanya’dan geldikten sonra her şey çok değişmiş, tanıdığı arkadaşlarının neredeyse çoğu kalmış ya da bir kısmı üst devreleriydi ve onlar da mezun olmuştu. Kantinci Yaşar abiden iki çay istedikten sonra 1.50 TL çay ücretini Yaşar abiye uzattı. İki çay için ödediği bu ücretin sonra ki zamanlarda zamlandığını fark edecekti.

Türkiye’nin eğitim ve öğretim sistemi, tüm gençleri bunalıma ve sıkıntıya sokuyordu. Baki bu dönem Türkiye’sini eski Roma’ya benzetiyordu. Bu konu üzerine de ayrıca yine bu öğrencilik yıllarında bir makale kaleme almıştı.

Ofisinin kapısına yaklaşırken, bölüm sekreteri İbrahim beyin sesiyle irkildi. Bir an kendine geldiğinde yıllar önceki öğrencilik anıları arasında nasıl kaybolduğuna anlam veremedi. İbrahim Bey, imzalaması gereken evraklardan bahsediyordu. O an yine dalmış ve öğrencilik yıllarındaki Kulüp başkanlığı dönemi aklına gelmişti. İbrahim Beyle yine evrak imzalama işlerinde birlikte çalışmışlardı. Bu kez ise daha farklı bir konu söz konusuydu. Bu evraklar kendi kariyeri için önemliydi. Evrak imzalama işlemini ofisinde yapmak üzere, evrakları alıp ofisine geçti. Evrakları çalışma masasının üzerine bırakıp, penceresinden biraz bakınmaya başladı. Karşı tarafta sınıflar görünüyordu. Eskisi gibi hantal, dağınık ve kimsesiz bir bahçe yoktu artık bu alanda. Öğrencilerin daha yoğun gelip geçtiği, yeşil ve temiz bir alan haline gelmişti.

Bu alanın dağınık ve topraklı olduğu o zamanlarda üç arkadaşıyla beraber çay içiyorlardı. Henüz hazırlık sınıfında olan Baki, arkadaşı Ferdi, Merve ve Handan ile beraber burada çay içiyordu. Ferdi’nin ilerleyen dönemlerde ki Merve’ye olan ilgisi ve aşkı da bu dönemde tohumlarını atmıştı. Birkaç yıl dahi sürmeyecek olan bu aşk, dramatik ve hüzünlü olaylara sebep olmuştu. Ferdi haricinde diğer hiç biriyle artık konuşmuyor hatta isimlerini bile anmaz olmuştu. Hobileri arasında yazmaya verdiği önemi aşk hayatına vermeyi artık düşünmüyordu. Bu bölüme başlamadan evvel yaşadığı ve Almanya’ya gidene kadar sürecek olan aşk hayatı, onun için ilk, tek ve sondu. Evlenmeye pek niyeti olmayan Baki, rüyalarını ve hayallerini romanları ve öyküleriyle süslüyordu. Bazılarına göre 30 yaşı genç olabilir, ama Baki bu yaşı çok geç ve yaşlanma süreci olarak görüyordu. Yakında 31. Yaş dönümünü kutlayacaktı. Fakat öncesinde halası oğlu ve kardeşinin doğum günleri yaklaşmaktaydı. Yarın halası oğlu Hüseyin’in yaş dönümü, 2 Ekim 1987. Önce onun bu önemli gününe anlamlı bir şeyler katmalıydı. Öğrencilik yıllarında halası oğlunun doğum gününü ciddi boyutta sadece iki kere kutlama fırsatı bulmuştu. İlkinde henüz 2011 yılıydı ve Baki Erzurum konağını işletiyordu. Hüseyin’in en yakın arkadaşlarından olan tokatlı Mustafa’nın önerisiyle Hüseyin’e burada bir parti düzenlemişlerdi. Diğerini ise yine öğrenciliğinin son devrelerinde ona bir biyografi çalışması hazırlayarak hediye sunmuştu.

Baki Bey yaklaşık 4 yıldır araştırma görevlisi ve yakında yardımcı doçentliğe adım atacaktı. Kendini tamamen yazmaya adamış ve bölüm başkanının talebi doğrultusunda belli derslere de girmeye başlamıştı. Kaleme aldığı Almanca Karanlık maceralar adlı romanı en çok satanlar listesine girmeyi başarmıştı. Yakında tamamlanacak olan Türkçe dilinde hazırladığı “Konuşan Yapıtlar” adlı

Impressum

Verlag: BookRix GmbH & Co. KG

Texte: Mevlüt Baki Tapan
Bildmaterialien: Murat Temeloğlu
Lektorat: Mevlüt Baki Tapan
Tag der Veröffentlichung: 25.01.2015
ISBN: 978-3-7368-7345-2

Alle Rechte vorbehalten

Widmung:
“Hiçbir insan diğer insanların kendini nasıl gördüğünü asla göremeyecek ve anlayamayacak.” Görünmeyen görünenle görülmez; Görünmeyen görünene bürünmez, Bakmak ile görünmeyen bilinmez; Görünmeyen ile görünmeyen silinmez… Yüce yaratıcının yarattığı kâinattaki bütün mevcudatın bütünleşik halde isyanı sonucu patlak veren savaş ve sonrasında acı, hüsün ve kederin hâkim olduğu yeni bir dünya… Varlıkların efendisi Eşrefi Mahlûk’un Halifetullah kabulü ve Yaratıcı Halik’a bütün mevcudatın taleplerini arzı… Mishakal varlıkların kusursuzu Martin’in yaşam öyküsü ve ruh ikizinin acı kaderiyle yüzleşmesi… Beni Âdemin himayesine verilen Ruh, Nefis ve Beden üçlüsünün yaşam mücadelesi… Mishakal Martin ve ruh ikizi insan Baki’nin yaşam öyküsünü konu alan, iç dünyalara doğru yolculuk yaparken yaşadıkları, onların kontrolü dışında yaşanan gerçekler, zamanda yolcuk ve mana âlemine yolculuğun anlatıldığı eşsiz bir metafizik üzerine fantastik bilim kurgu romanı.

Nächste Seite
Seite 1 /